Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu: Tarih ve deneyim biterse, hikaye anlatıcısı bizi bırakıp giderse
Giriş cümleleriyle ünlü romanlar vardır, Jane Austen’ın ‘Gurur ve Önyargı’sı, Tolstoy’un ‘Anna Karenina’sı gibi. Calvino’nun ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’su da bu romanlardan biridir: “Italo Calvino’nun ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin.”(1)
Romanın ilk doğuşundan bu yana romanın içinden kendisine seslenilmesine, ders verilmesine hatta kimi zaman yazar-anlatıcıyla senli benli olmaya alışmış okur, bu cümleyi öylesine bir sesleniş, bir hasbihâl sayıp geçmek üzeredir ki ardından gelen cümleler fena halde yanıldığını anlatır ona:
“Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin. Kapıyı kapasan iyi olur; öte yandan mutlaka çalışmakta olan bir televizyon vardır. Hemen seslen ötekilere: ‘Hayır, televizyon seyretmek istemiyorum.’ Sesini yükseltmezsen duyamazlar seni. ‘Kitap okuyorum. Rahatsız edilmek istemiyorum.'”
Anlatıcı, okurdan anlatacağı hikaye için bütün dikkatini, katıksız hazzı talep eder. Dış dünya olmamalıdır. Okur, artık bir kurgunun içinde olduğunun farkındadır. Tanrı olmasa da bu her şeye burnunu sokan anlatıcının dediklerini harfiyen uyguladığında onu hazdan öldürecek bir öyküyle mükafatlandırılacağını düşünür ama yine yanılmaktadır, çünkü anlatıcı kitabın ilk sayfasıyla birlikte okuru postmodern anlatı ormanlarının yolsuz izsiz tekinsizliğine sokmuştur bile. Bundan sonra Okur’un, tıpkı bir kış gecesi yola çıkan o talihsiz yolcu gibi başına gelmedik iş kalmayacak, mutlu ya da mutsuz sonların verdiği tamamlanmışlık duygusunu bir kere olsun tadamayacak, “bir yabancının kaderini tüketmiş olan alevin verdiği sıcaklıkla”(2) içini ısıtamayacaktır.
BİR OKUR POSTMODERN ROMANA DÜŞSE, GÖR BAŞINA NELER GELİR
‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ cümlesinin içerdiği bütün olasılıklar, hem yolcu hem de onun akıbetini öğrenmeye çalışan biçare okur için ölesiye yorucudur: “Malbork Kasabasının Dışında”, “Sarp Yamaçtan Sarkarken”, “Rüzgardan ve Baş Dönmesinden Korkmadan”, “Gölgenin Yoğunlaştığı Aşağıya Bakarak”, “Birbirine Bağlanan Çizgilerin Ağında”, “Ay Işığıyla Aydınlanan Yapraklardan Halının Üstünde”, “Boş Bir Mezarın Çevresinde”. Evet, bütün bunlar Yolcu’nun başına gelmiş olabilir. Deneyimlerin sonsuz çeşitliliğinde kimse aksini iddia edemez. Anlatıcı’nın “Sen” diye seslenerek kurguya dahil ettiği sarsak Okur’a düşen de bütün bu deneyimlerin peşine düşüp, “Sonra ne oldu?” sorusunun cevabını bulmaktır. Böylece Benjamin’in “okurların en yalnızı” olarak tarif ettiği roman okuru, yalnızlığından sıyrılıp biraz romansal kader biraz da ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun Anlatıcısının çöpçatanlığı sayesinde ‘Kadın Okur’la (Ludmilla) buluşur. Sonra kadın ve erkek okurun etrafı yorumcularla, çevirmenlerle, yazarlarla, başka okurlarla giderek kalabalıklaşacaktır. Onlarca insan kafa kafaya verip Yolcu’ya ne olduğunu çözmeye çalışacaktır.
ARZU NESNESİ OLARAK KADIN OKUR
Erkek okur, okuduğu kitapta aynı sayfaların iki kez bağlandığını fark eder. O kadar hazırlandığı büyülü okuma deneyimi matbaanın aptal hatası yüzünden kesintiye uğramıştır. Koşarak kitapçıya gider, bir an evvel sağlam kopyayı alıp roman okurunun yalnızlığına dönmek istiyordur. Kitapçıda öğrenir ki yayınevi ciltleme sırasında ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun sayfaları arasına Polonyalı yazar Tazio Bazakbal’ın ‘Malbork Kasabasının Dışında’ kitabının sayfaları karıştığı için kitabı toplatma kararı almıştır. Anlatıcı, okuru kışkırtır, ne fark edecektir ki, Calvino’nun kitabı yerine bir Leh romanı okumasında ne sakınca vardır? Tam o anda kendisiyle aynı deneyimi yaşayan Kadın Okur, yani Ludmilla ile tanışır Erkek Okur. Peki tam burada soralım: Calvino neden Erkek Okur’unu isimsiz bırakıp Kadın Okur’una edebiyat tarihinin bütün yanlış kadın okurlarını çağrıştırırcasına bir isim vermiştir? Aslında seslendiği, bu sisli postmodern patikalarda gezdirmek istediği Erkek Okur mudur?
Ludmilla’nın okuma deneyiminden ne anladığının tarifine bakılırsa, bu sorunun cevabı evet:
“Ben her şeyin belirgin, somut, iyice vurgulanmış olduğu bir dünyaya sokan romanları okumayı severim.” Penguin Klasik Romanlar rafının önünde duran Ludmilla, sanki başı ve sonu belli klasik romanı tarif etmektedir tam da. Erkek Okur, anlatıcının yönlendirmesiyle Ludmilla’yı yaltaklanırcasına onaylasa da postmodern labirentin düğümünü çözme görevi ona düşer. Calvino, kadınlara Emma Bovary ve diğer roman kahramanlarında olduğu gibi yanılgıya açık, hissi okur payesi vermektedir adeta. Ki, her biri yarıda kesilen hikayelerin akıbetini öğrenmek için yayınevine yapacakları ziyarete Ludmilla katılmak istemez. O saf bir kitap okuru olarak kalmak istemektedir:
“Bir sınır çizgisi var: Bir yanda kitapları yapanlar var, öte yanda da onları okuyanlar. Ben okuyanlardan biri olarak kalmak istiyorum, bu nedenle kendimi hep çizginin öte tarafında tutmaya özen gösteriyorum. Yoksa çıkarsızca okuma hazzı sona erer ya da en azından bir başka şeye dönüşür; bu da benim istediğim bir şey değil.”
Ludmilla okurdan çok, “kitapları, başka kitaplar üretmek için kullananların” hızla çoğalmasından yakınır ve kitapları sevenler arasında kalmak istediğini söyler. Ludmilla sarsak Erkek Okur’un aksine bütün yazarların arzu nesnesidir. “Yazılı olanı bitmiş ve kesin, eklenecek ya da çıkarılacak bir şeyi kalmamış yapıt olarak görme” ayrıcalığına sahip olma lüksüyle kitap okuma eylemini neredeyse cinsel bir hazza dönüştürür Kadın Okur. Kitaptaki karakterlerden biri olan yazar Silas Flannery dürbünüyle izlediği kadın okurun dudaklarındaki arzulu kıpırdanışlardan, yazma şehvetine kapılır. Nitekim, Ludmilla ve Erkek Okur’un sevişmelerini de “birbirlerini okumak” olarak tarif edecektir anlatıcı.
Evet, Ludmilla ve Erkek Okur arkalarında kocaman bir uzman sürüsüyle her hikayenin bir sonu olması gerektiği düşüncesiyle metinlerin sırrını aydınlatmaya çalışırlarken; Yolcu, maceradan maceraya, Okur da janrdan janra koşmaktadır. Her bölümde polisiyeden psikolojik romana kadar farklı bir tür, farklı bir macera okurunu beklemektedir.
Benjamin’e göre, “Sonra ne oldu?” sorusunu hikaye sordurtur. Romanda ise bu soruya yer yoktur. “Romancı sayfanın altına ‘finiş’ yazdığında, okuru hayatın anlamını sezmeye davet ettiği bu sınırdan bir adım bile öteye geçmeyi umamaz.” Calvino’nun oyunbaz anlatıcısı ise ısrarla, Okur’u “finiş” kelimesinin verdiği o iç ferahlığından mahrum, doyurulmamış bir merakın doğurduğu iç huzursuzluğuyla baş başa bırakmaya ant içmiş gibidir. Anlattığı hiçbir hikayenin sonu yoktur. Dahası Okur, zevkin doruklarındayken hikaye öylece kesilmiştir. Ne metinlerin kim tarafından yazıldığı bellidir ne hangi dilde yazıldığı.
Ama anlatıcı postmodern anlatı ormanına girerken Okur’u uyarmıştır zaten:
“Günümüzde yazılan uzun romanlar belki de bir saçmalık: Zamanın boyutu un ufak oldu, her biri kendi çizgisinde uzaklaşıp anında gözden yiten zaman parçacıkları içinde düşünmek veya yaşamak durumundayız. Zamanın sürekliliğini sadece aşağı yukarı yüz yıl sürmüş olan, zamanın artık durağan olmadığı ve henüz patlamadığı bir döneme ait romanlarda bulabiliyoruz, işte o kadar.”
ÖLÜM VE TARİH YA DA ÖLÜ TARİH
Terry Eagleton’ın deyişiyle, “Büyük T’li tarih”i(3) reddeden postmodernizm anlatıyı da zaman gibi un ufak etmiş, Okur kendini fragmanlara bölünmüş anlatıların içerisinde bulmuştur. Büyük T’li tarihle birlikte büyük anlatılar da gitmiştir. Benjamin’in ‘Hikaye Anlatıcısı’nda ve romancıda bulduğu bilgece tavrın yerini, oyun alanı haline getirilen edebiyatın şifrelerini çözmek zorunda olan Okur’un kurnazlığı almıştır. Postmodern romanın okuru, Odeysseus gibi kurnaz olabilir belki ama ondan asla daha derin, daha bilgece bir duruş beklenmemelidir. Vardığı sandığı ülkenin İthaki olmadığını, o muazzam yolculuğun artık anlamlı bir deneyim gibi aktarılamayacağını bilmekten çok uzaktır. O, kur yaptığı Ludmilla’ya yaranmak için sergilediği duruştan da anlaşılacağı üzere her metne gönlü kayan, türler, metinler, hatta yazarlar arasında bir ayrım yapmayan, yazarın kelimelerin arasına serpiştirdiği ipuçlarını Hansel ve Gretel gibi takip ederek ormanda yolunu bulmaya çalışan ve sonunda belki pastadan yapılmış kulübeye ulaşan, deneyimden ve bilgelikten uzak bir okurdur. Üstelik, pasta kulübe de bir son değildir onun için ve üstelik kitabın sonunda anlatıcının onu davet ettiği okur toplantısından da anlaşılacağı üzere her okuma deneyimi milyonlarca okur açısından farklı değerlendirmeye açıktır.
Benjamin, “Ölüm, hikaye anlatıcısının anlatabileceği her şeyin teminatıdır” der. Çünkü yaşam ancak ölüm anında aktarılabilir bir biçim kazanmaktadır. Ölümle birlikte deneyim de aktarılabilir hale gelir. İşte hikâye anlatıcısı yetkisini deneyimlerin aktarılabilecek bir biçime dönüştüğü bu andan almaktadır Benjamin’e göre. Ölüm, büyük T’li bir tarihi de imler aslında. Karmaşık görünen her şeyin bir düzeni, sırası vardır. Ölüm kitabın sonudur, ucunda ölüm olmasa da. Oysa, Calvino’nun sarsak okuruna anlatılan hiçbir hikayenin sonu yoktur. O büyülü anda billurlaşan deneyimler de yoktur. Tek deneyim narsistik bir sanrıya kapılmasına izin verilen okurun deneyimidir. Ki o deneyimin, Ludmilla’nın dudaklarını şu satırları okurken olduğu gibi arzu ve şehvetle kıpırdatacağı epey kuşkulu:
“Temmuz başlarında çok sıcak bir gün, akşamüzeri, genç bir adam, küçük ve dar S. Sokağı’ndaki bir pansiyonda kiraladığı küçük odasından çıkıp ağır ve kararsız adımlarla K. Köprüsü’ne yürümeye başladı.”(4)
1. Italo Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, çev. Eren Yücesay Cendey, İstanbul: YKY, 1990.
2. Walter Benjamin, “Hikâye Anlatıcısı”, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, İstanbul: Metis Yayınları, 2001.
3. Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999.
4. Dostoyevski, Suç ve Ceza, Çev. Özlem Asiltürk, İstanbul: Doğan Kitap, 2018.